X

YOLU YEMEKTEN GEÇEN HERKES İÇİN

Travel & Gourmets
293 Okunma

Rahmetli Kayahan'ın bir sözü vardı, hep hatırımdadır; "Yolu sevgiden geçen herkesle bir gün illaki bir yerde buluşuruz." diye... Gerek TV'deki Çok Gezenti olarak, gerek ondan önceki (yaklaşık 20 yıllık) seyahatlerimin çoğunda, yolumu gittiğim yerin yemekleri çizmiştir desem yalan olmaz sanırım.

İsterseniz yemeğe ve gezmeye nasıl başladım, en baştan anlatayım. Annem söyler hep; küçükken uykum gelse bile "ballı mama" yemeden yatağa gitmezmişim. Ballı mama nedir? Ekmeğin kabuğundan uzun bir parça, üzerine tercihen lor peyniri ve en tepeye akıtılmış bir kaşık çam balı. Şimdi bile anlatırken ağzım sulanıyor...

Daha çocukluğumda, dedemden gelen "kasaplık ve köftecilik" işinin de yarattığı imkanlarla; yemeği en temelden sevmişimdir. Misal; Trakya'nın kömür ızgarasında pişmiş kuzu pirzolası, bence dünyanın en leziz etidir.

Gel zaman git zaman bu ortamda şekillenen "yemek", seyahat hobimi de yönlendiren motto oldu tabii. Küçükken "Hayat Ansiklopedi"sinin sayfalarından "büyüyünce atılacağım maceraların" yerlerine bakarken; oralarda ne yemekler varmış, en çok da o dikkatimi çekerdi. "Afrika’ya seyahat edeceğim ama dur bakayım, geyik eti mi yiyorlar orada? Aaa, timsah da yiyorlar!" (Sonradan yedim, pek bir şeye benzemiyor.)

Üniversitenin ilk yıllarında ilk biriktirdiğim parayla, lise arkadaşım Murat'ı da yanıma katıp bir Avrupa seyahatine çıktım. Uzun bir İtalya-Fransa turu ama ne pizzalar, ne makarnalar; gerçek "Carbonara" ile tanıştım düşünebiliyor musunuz? Elbette İtalyan yemeklerinde yoğunlaştı zevkim. Daha o zamanlardan Fransız mutfağını "overrated" bulmuşumdur. Tamam, eti şarapta pişiriyorsun ama abarttığın kadar da değil be Michelin! Beni de o kremalı sosa bulasan, ben de lezzetli olurum!

İtalyan mutfağı... Ah o İtalyan yemekleri... Ah o lezzet... O lezzete doğallık katan naif ama özensiz sunum yok mu? Beni benden alıyordu her gittiğimde. Pizza şekilsiz olacak bana göre. Üzerine serptiğin malzemelerin belli bir düzen izlemesine gerek yok. Zamanın fakir yemeğini "Luna’larda" 20 dolara satanlar utanmalı. Hamuru açacaksın ve elinle malzemenin tazesini, lezzetlisini üzerine serpeceksin! Neyi neyle harmanlar da domatese peynire sararsam iyi olur; bunu bilen aşçının lezzetidir pizza.

Sonuçta "su yolunu bulurmuş" derler ya; ben de ağzımın suyunu takip ederek yolumu çizdim ya da buldum diyebilirim. Biraz kaba oldu belki ama; mutfak insanın en temel ihtiyaçlarından gelişen ve çok da kibar olunması gerekmeyen bir yerdir bence.

Evet, sonra Amerika seyahatlerinde önüme gelen gerçek hamburgerlerle tanıştım; sokağın doğal ihtiyaçtan doğan, lezzetli yemekleriyle... Amerika'nın meşhur, ince uzun dinerının deri kaplı koltuklarında, peyniri taşım taşım erimiş köftenin ve üzerindeki ekşi soğanlı turşulu sosun lezzetini öğrendim. Vazgeçemediklerim arasına girdi tabi… Ah Anthony Bourdain dedim, ağzının tadını biliyorsun hayta!

Çoğu zaman da Bourdain'in yolunu izledim, evet. No Reservations ve Parts Unknown; en favori programlarım oldu zamanla. Belki de "Çok Gezenti" formatını geliştirirken, çok feyz almışımdır ustanın bakış açısından. Hayatı onu nereye götürürse oraya gider aslında Bourdain. Bir TV şovu planında ilerler belki ama adımlarını derinden gelen zevkleri yönlendirir; o hep bellidir programında.

  

Misal; 2007'de Hong Kong'da hasbelkader önüme gelen (belli bir adı da olmayan) şuruba batırılmış, pirinç nişastasına bulanmış susam toplarının peşinden, daha sonra çok ülkelerde gezdim. New York'ta Çin mahallesinde bulacak gibi oldum; benziyordu sadece… Şanghay'da ıskaladım, aynı tadı alamadım. Sonra yine Hong Kong'a gittim bu kez program için; aynı yerde değil ama başka bir iki yerde buldum o tatlı şeyleri!

Son Tokyo çekimlerimizi "iyice Japon mutfağının içinde geçirdik” desem yeridir mesela. Yine programdan önce; -yıllar önceki bir seyahatimde- "Suşi" denen o lezzetler kraliçesini, dünyanın en büyüğü olan Tsukiji balık pazarının kıyısındaki küçük dükkanlarda yedikten sonra; zaten başka yerlerde suşiden tat alamaz olmuştum. 2017’de modern bir yere taşınacağını duyduğumuz (bence dünya mirası) balık pazarını yakalamak ve onun baş rolünde bir Tokyo bölümü yapmak için; 2016 sonunda Tokyo’da aldık soluğu. Balık pazarı yine muhteşemdi. Sabah saat 06:00’da, balıkçılar, restoran sahipleri ve aşçıların arasında geçen ton balığı pazarlığını izlemeye gidiyorsunuz. Sonra 09:30 gibi yavaştan günlük alışveriş yapacakları ve bizim gibi elinde ya da boynunda kameralı turistleri alıyorlar içeriye. Bildiğin polis izin veriyor, elinize de bir harita tutuşturuyor; resmen turistik gezi olmuş Tsukiji Balık Pazarı. Koşturma, bağırışlar, kargaşa derken, unutulmaz anlara şahit oluyorsunuz. Dev ton balıklarını doğrayanlar ve hayatınızda belki hiç görmediğiniz deniz canlıları. Bu arada balık pazarında; omzunuzdan tutup sizi kenara iten aksi ihtiyar balıkçılar da "doğallığın bonusu" olacak; mazur görün. Eh, artık saat 11:30 falan, karnınız da erken acıkmaya başladı tabii; sıra pazarın kenarındaki küçük dükkanların önünde suşi kuyruğuna girmeye geldi. Çin kökenli ama Japon yorumlu çorba kıvamındaki yemekleri sunan Ramen lokantaları da, önünde orta dereceli kuyruklardan kendini belli ediyor. Her bir kabın içindeki deniz mahsulleri, pazardan henüz gelmiş. Siz 15-20 dakika arası suşi kuyruğu beklediniz ve içeriden servis elemanı kızcağız çıkıp siparişinizi ve ücretini daha kapıda sizden tahsil etti. Boşalan bir masaya oturup dünyanın en "gerçek" suşisini midenize indirmeye beş dakikanız falan var. Burada suşiyi çok uzatmayayım; dört sayfa da onu yazarım çünkü. Ancak unutmayın ki; açık renk ton balıklı nigiri, her zaman ilk tercihiniz olmalı. Suşi'nin en hası ona diyorlar.

Özetle diyor ki; başıma ne gelirse yemeğin çizdiği yolda gelsin arkadaş. Sonuçta Hansel ve Gretel de ekmek kırıntılarını takip ederek gitmediler mi kaderlerine? O çocukların iştahını hep takdir etmişimdir.

banner

Yorum Yap

(*) Gerekli Alanlar