Sokaklarındaki her taşın altında bir hikaye gizlenen Edinburgh’un dinlemeyi bilene anlatacağı çok şey var…

Edinburgh yaşlı bir şehir. Attığınız her adımda, uğradığınız her köşe başında Orta Çağ havasını kokluyor, bu havaya İskoçya’nın kırsalından gelen serin ve sert rüzgarların karıştığını hissediyorsunuz. Binbir çeşit hikayeyle dolu geçmişine hayran kaldığım kadar, geçmişinden kopmamış modern haline de bayıldığım Edinburgh, karanlık ve hatta kimi zaman tehditkar görünümlü mimarisinin yanında, sımsıcak insanlar barındıran capcanlı bir şehir.

Fringe Festivali

Edinburgh’u keşfetmeye başlamak için en uygun nokta, volkanik bir kayaya oturmuş bin yaşındaki Edinburgh Kalesi’nin girişinden başlayıp, eskiden Dünya’nın Sonu olarak adlandırılan noktaya kadar uzanıp, kraliyet ailesinin rezidansı olan Hollyrood Sarayı’nda son bulan Royal Mile isimli cadde. Buradaki dükkanlar, pub’lar ve restoranlar kabul etmeliyim ki biraz turistik, ancak nasılsa ben de turistim diyerek kendimi klişelerin ayartıcı dünyasına bırakmamda hiç sorun yok. Geleneksel giysileri olan kiltlerden giymiş sokak müzisyenlerinin gaydalarından yükselen melodiler bana İskoç topraklarında olduğumu iyiden iyiye hissettiriyor. Gayda sesleri, son numaralarını sergileyen sokak sanatçısının etrafında toplanmış turist kalabalığının alkış ve kahkahalarına karışıyor. Yeni bir yıla girecek olmanın umut dolu beklentisi herkesi sarmış olmalı, herkes neşeli, herkesin gözlerinin içi gülüyor…. Cadde boyunca sıralanmış hediyelik eşya mağazalarına bakarken gözlerimi biraz daha yükseklere çevirmeyi unutmuyorum; çünkü caddedeki tüm binalar farklı bir güzellik sunuyor görmeyi bilenlere… Cadde üzerindeki St. Giles Katedrali’nin gotik detaylarına göz gezdirmeyi de ihmal etmiyorum. Katedralin yakınlarında, yerde bulunan kalp şekilli mozaik, yani Heart of Midlothian, 14. yy.’da orada yer alan bir hapishanenin girişini işaret ediyor, o zamanlar halka açık idamlar tam da o noktada gerçekleştirilirmiş. O dönemlerden kalan bir inanışa göre, kalbin ortasına tükürmek iyi şans getirirmiş. Tabii yerel halkın bu inanışı çoktan turistlere devrettiğini söylemeye gerek bile yok!

Hollyrood Sarayı

The Royal Mile Caddesi
Eski şehrin etrafı eskiden duvarlarla örülüyken ve bu duvarların ötesine geçmek tehlikeli sayıldığından, duvarların bittiği yere World’s End, yani dünyanın sonu denirmiş. Şimdi duvarlar yok, ancak onların olduğu yerdeki aynı isimli pub, geçmiş zamanlardaki tekinsiz karakterlerin anısını yaşatıyor. Yine duvarlar ve şehrin giderek kalabalıklaşan nüfusu yüzünden, 17 yy’da binaların yüksekliğinin on katı bile aştığı söyleniyor, bir bakıma dünyanın ilk gökdelenleri Edinburgh’da inşa edilmiş yani. Eski şehrin bir diğer karakteristik özelliği olan, binaların aralarından ilerleyen karanlık ve dar geçitlere korkmadan girmek gerek. Cadde boyunca belki onlarcasına rastladığım bu geçitler, beni ya rutubetli ve sessiz bir avluda kalabalıktan uzaklaşıp kısa bir mola vermeye davet ediyor ya da kestirme yoldan paralel caddelerden birine çıkarıyor. Edinburgh’un hikayelerle dolu geçmişinin, bu daracık sokaklar hakkında da söyleyecekleri var. Kanalizasyon sistemi henüz yokken, bu yüksek binaların sakinleri evlerinde biriken atıkları kovalarla pencereden boşaltıverirmiş. Evdekiler için pratik bir çözüm, o sırada o daracık geçitten ilerleyenler için ise korkunç bir sürpriz!

Edinburgh Kalesi

Yılbaşı Kutlamaları
Edinburgh’un beni cezbeden tarafı bu tuhaf hikayelerle süslü geçmişi ve Edinburgh, bu hikayelerini tüm ziyaretçilerine anlatmaya meraklı da bir şehir. Acımasız idamlardan, mezarlıklardan çalınan cesetlere; hala hayaletlerin kol gezdiği söylenen mekanlardan, korkunç cinayetlere kadar şehirde yaşanmış tüm bu tuhaf ve korkunç hikayeler, şehrin gotik atmosferine müthiş bir katkı yapıyor. Şehrin sokaklarını yalnızca gözlerimin önünde uzanan bir dekor olmaktan çıkartıp, onlara bir ruh katıyor. Bu hikayeleri muzip bir rehberin teatral anlatımıyla dinlemek isterseniz, özellikle Royal Mile üzerinde, turistleri çağıran korku temalı tur afişlerini bolca görebilirsiniz.

Edinburgh Victora Street

Heart of Midlothian

St. Giles Katedrali

Tabii Edinburgh hayaletli olduğu iddia edilen mekanları ve korku hikayeleri dışında, edebiyat dünyasına ölümsüz eserleriyle katkı yapmış birçok yazarıyla da ünlü. Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle, Define Adası’nın yazarı Robert Louis Stevenson ve Harry Potter’ı yazan J.K. Rowling gibi! Edebiyata ilgi duyuyorsanız, İskoçya’nın ünlü şairi Robert Burns ve diğer Edinburgh’lu yazarlarla ilgili detaylı bilgi almak için, yolunuzu mutlaka Writer’s Museum’a düşürün. Bunun dışında edebiyat temalı yürüyüş turlarına katılıp, yazarların ayak izlerini rehberler eşliğinde sürebilirsiniz.
Edinburgh’un sanatla olan ilişkisi edebiyatla sınırlı kalmıyor, her yaz düzenlenen Uluslararası Edinburgh Festivali ve devamında gerçekleşen Fringe, hem popüler hem de yeni isimleri ağırlıyor. Şehrin dört bir yanında, çeşit çeşit gösteriler ve performanslar düzenleniyor. Tabii bu da beraberinde tüm sokakları kaplayan bir festival havasını ve binlerce turisti getiriyor! Sohbet etme fırsatı bulduğum Edinburgh sakinleri, bana şehrin en kalabalık olduğu dönemin temmuz ve ağustos aylarındaki bu iki festival hariç, bir de yılbaşı, yani onların deyişiyle Hogmanay olduğunu söyledi. Edinburghlular ve dünyanın dört bir tarafından gelmiş ziyaretçiler, dev bir alana yayılan sokak partisi, fener alayları, kilise konserleri, dans gösterileri ve yılın ilk gününü Kuzey Denizi’nin buz gibi sularına, ilginç kostümlerle atlayarak kutladıkları Loony Dook gibi bir dizi eğlenceli ve enteresan aktiviteyle, yeni yılı hep birlikte karşılıyor.

Royal Mile’dan aşağı doğru inen kavisli sokak, belki de Edinburgh rehberlerinde en çok göreceğiniz fotoğrafın sahibi. Minik ve renkli vitrinli çay evlerinin, peynircilerin ve tasarım mağazalarının sıralandığı Victora Street, sizi canlı folk müzikleriyle eğlenebileceğiniz geleneksel pub’ların bulunduğu Grassmarket bölgesine götürüyor. Bölgenin bu neşeli yüzüne aldanmayın, birkaç yüzyıl önce orası da idam sehpalarının kurulduğu, hatta mahkumların oradaki pub’larda son içkilerini yudumladığı, ürkütücü bir yermiş. Neyse ki artık, havaya kaldırılan bira ve viski bardaklarıyla hep bir ağızdan şarkılar söylemek, yepyeni dostlar edinmek ve gece geç saatlere kadar eğlenmek için harika bir yer.

Grassmarket’tan ayrılıp Candlemaker Row’u tırmanırken, kendimi bir Harry Potter filmi setinde gibi hissediyorum. Ne de olsa buralar, J.K. Rowling’in Elephant House isimli sıcacık bir kafenin penceresinden, gerçekten de Hogwarts’ı andıran George Heriot’s School’u izleyerek Harry Potter’ı yazmaya başladığı yer. Edinburgh’un mazisi hep karanlık hikayelerle dolu değil… Aynı sokağın sonunda minik bir İskoç terrier’inin heykeli fark ediliyor. Bu Bobby; yani sahibinin ölümünün ardından, mezarını tam 14 yıl bekleyerek şehrin simgesine dönüşen sadık köpek. Kendisinin mezarı da Grayfriars’da ve yolu oraya düşen her ziyaretçi onun mezarına sembolik bir oyuncak bırakmayı ihmal etmiyor.